Elmina Kalesi

| 26 Mayıs 2009 Salı

Bu resimde görmüş olduğunuz yer başlıktan da anlayacağınız üzere Elmina kalesi , Portekizliler tarafından 1481 yılında inşa edildi ve bu kale sandığınız üzere Portekizde değil, Afrika ülkesi olan Gana'da. Elmina kalesini inşa eden Portekizliler önceleri bu kaleyi sadece ticaret amaçlı kullandılar. Afrika yerlilerinden değerli madenler ve diğer zenginliklerden aldılar yerine silah ve barut vererek ticaret yaptılar. Yerlilerden alınan malzemeler bu kalenin odalarında muhafaza ediliyordu. Ancak bir zaman sonra "beyaz adam" ticaretin konusunu değiştirdi. Artık ticaret emtiası köle pazarlarına sunulmak üzere "siyah insan"dı.. ve Elmina'nın odaları artık malzeme değil insan deposuydu. Pekte insani şartlardı diyemezsiniz. Yakalanan insanlar gemi gelene dek 3-4 ay ışık görmeyen odalarda yıkanmalarına izin verilmeksizin günde 2 kez sadece yaşayabilecekleri kadar gıda verilerek üst üste yığılıyordu.
Bu resimde ise görmüş olduğunuz yer az önce bahsettiğimiz o zindanlar. Öğrendiğime göre şu anda bile içeri girildiğinde kokudan durulamıyor. Bunun içindir ki ziyeret eden turistler ya girdikleri gibi çıkıyorlar. Ya da burunlarını tıkayarak zorla da olsa katlanıyorlar o kokuya..
Bu zindanlar aslında Elmina kalesinde esirlerin görebileceği en iyi yerler. Zira bundan daha beteride var. Eğer bir esirin ayaklanma başlatacağından şüpheleniliyorsa yada taşkınlık yapılıyorsa , 2-3 esir ışık görmeyen karanlık bir hücreye konuluyor ve orada aç susuz ölüme terk ediliyor. hücrenin kapısı son esir'de ölünceye kadar açılmıyor. Öyleki karı koca olan ve esir düşmüş olanlar belkide bir daha birbirlerini hiç mi hiç göremiyor. Çünkü zulmün adaleti yok. En azından merhamet kırıntısı umuyor olabilirsiniz ki o da yok.
Bu resimde ise son noktayı görüyorsunuz. Çaresizliğin , hüznün ve bir daha doğduğunuz topraklara geri dönememek üzere gözleriniz arkada bıraktıklarınızda kalarak vatanınızdan koparılmanın acı burukluğunu yaşayacağınız , memleketinizde bırakacağınız son ayak izinin kalacağı yer burası. Bu kapının ismi "Geri dönüşü olmayan kapı" buradan çıkanların hiçbirisi ne sağ ne de ölü olarak bir daha memleketlerine dönemediler. Bu kapıdan çıktıktan sonra insanlar gemilere istiflendiler. istiflendiler diyorum çünkü bu sandığınız gibi konforlu bir gemi yolculuğu değildi. Tabut benzeri üstü açık ancak geminin tabanında 40'ar cm ara ile dizilmiş tahtalar üzerinde zincirlenmiş olarak ve yatarak, bir kere doğrulamadan yada oturamadan 4-5 ay yolculuk neticesinde yeni dünyaya gelebilenler köle pazarlarına çıkartıldılar. Gelemeyenler gemide ölenler denize atıldı.
Buraya kadar anlatılanlar gidenlerin hikayesiydi. Geri kalanlar ise pekte şanslı sayılmazdı. Öyle ki bu sefer Portekizin sömürge alanı olan Gana'ya Hollandalılar dadanmıştı. "Siyah adam" belki bu gelenler öncekiler gibi kötü değildir iyidir diyerek Hollandalılara , portekiz ile olan savaşta yardım etmiş ve Hollanda savaşı kazanmıştı. Ancak ne var ki heyhat! değişen birşey olmadı ticaret devam etti.
Bir zaman sonra da buradan istediği verimi alamadığını düşünen Hollanda burayı İngiltere ile takas etti. Artık yeni beyaz adam ingilizlerdi. İngilizler daha kurnazdı siyah adamı birbirine kırdırmayı tercih ettiler. Öyleki zaten ülkede müslümanlık, katolizm, protestanlık, yerel dinler olmak üzere 4 din vardı. bunun yanında akan, mole dagbon, ewe, ga dangme gibi farklı etnik kökenlerda vardı. ingiltere zaman zaman araya dinsel ayrılığı sokuşturarak , zaman zaman ise etnik ayrılık serpiştirerek kardeşi kardeşe kırdırdı.
Öyleki portekiz-hollanda savaşında dahi savaşan portekiz ile hollandaydı. Savaş ne portekizde ne hollandadaydı. ancak her iki taraftan ölenlerde ne portekizli ne de hollandalıydı. Ölenlerin tamamı gana'lıydı.. ve savaş ganada yaşanmıştı.
Kara kıta'nın bu kara kaderi 2.dünya savaşına kadar sürmüştü. 2. dünya savaşından sonra özgürlüğünü kazanan Gana şimdi artık özgür bir devlet ve özgür bir millet. Ancak gana'ya özgürlüğünü kazanmasından sonra giden "beyaz adam"larda var. ancak bu sefer gidenler öncekilerden tamamen farklı. sömürmek için değil iyiliği yaymak için kardeşliği pekiştirmek için ayrılıkları dindirip sevgiyi yeşertmek için , kara kıtayı aydınlığa çıkartmak için gidenler.. Bu sefer yer altı kaynaklarını sömürmek için değil. Her ülkenin yer üstü kaynakları olan çocuklarını eğitmek için oradalar. Bu beyaz adamlar ne hollandadan geldiler ne portekizden ne ingiltereden nede başka bir avrupa ülkesinden , bu sefer oralara giden beyaz adamlar Ankaradan , izmirden , Urfadan , Niğde'den ve Türkiyenin her şehrinden gittiler. Okullar açtılar.. yavaş yavaş dünyayı değiştiriyorlar..
Ben belkide dün akşam Fatih koleji'nde düzenlenen etkinliğe katılmasaydım. Elmina kalesinin hikayesini bilemeyecektim. 7.Türkçe Olimpiyatları için Türkiye'ye gelen Gana grubu ve Amerika grubu dün akşam bize küçük bir sunum yaptı. Türkiyeye 10-15 saatlik yolculuktan sonra hemen kendisini sahnede bulan Gana'lı kardeşimiz Abd'ulvaris bize kendi lehçesi , kendi türkçesi ve milletinden getirdiği sevgi ve muhabbetle anlattı tüm bunları. Sadece Abdulvaris yoktu elbette , Amerika'dan Noah bize tüm sempatikliği ve tatlılığı ile Sevda sokağı'nı okudu. San Antonio ekibinden Ankara misket havası oyununu izledik. Dallas grubundan Silifke halkoyunlarını izledik. Benjamin Vega ise bize Bedirhan Gökçe'nin "Sokak Çocuğu" şiirini okudu desem az olur. Okumadı Benjamin şiiri resmen gözlerimizin önünde yaşadı. Yine San Antonio ekibinden Aly bize Karahisar kalesi'ni seslendirdi ve son olarak Fatih koleji öğrencileri ile misafir öğrencilerin Barış korosu ümitlerimizi tazeledi.
Programın kapanış konuşmasını ise iki müstesna insan gerçekleştirdi. ikisinide yakından ilk kez gördüm. şahsen tanışma fırsatım olmadı. Açıkcası o fırsat belki vardı ama değerlendirme cesaretini kendimde bulamadım. Zira tanışmak için yanlarına gideceğim kişilerden birisi Zaman Gazetesinde'ki yazılarından takip ettiğim şahsen ilk kez gördüğüm Abdülhamit Bilici'ydi. O kadar naif, beyefendi ve nezaket ehli bir portresi vardı ki şimdi giderim istemedem bi kabalık ederim ayıp olur dedim ve gitmedim. Bir diğer konuşmacı ise Rüşdü Kalyoncu büyüğümüz idi. İsmini çok kez duymuş onuda ilk kez görmüştüm. çok duygusaldı ve gözyaşlarını tutamamıştı kürsüde tüm salonuda kendisi ile beraber bir duygu fırtınasına almış götürmüştü..
Heyhat! oysa ki ben bugün Üstad Necip Fazıl'ı yazacaktım. Vefat gününde rahmetle anacak. doğum günü olan bir sonraki gün ise doğum gününü kutlayacaktım. Fakat Elmina kalesinin hikayesi ağır bastı.
Üstad yüreklerimizdeki yerin müstesna.

Bu Kimin Kavgası

| 23 Mayıs 2009 Cumartesi

İnsanlar görürsünüz bir sebepten bir diğeri ile atışır , bir diğerine sataşır yada bir diğeri ile her anlamda kavga eder..
Şüphesiz ki kavga kavramı hayatın içinde keşke olmasa denilebilecek bir kavram.. Herşey güllük gülistanlık olsaydı ortak akıl ve hoşgörü olsaydıda kavga olmasaydı diyebiliriz. ama bu mümkün değil. zira kainat yaratıldığı günden beri bir sınav gereği iyi ile kötünün mücadelesine şahidiz. Bunu her devirde gördük. kısa vadede herkes kendi tarafının kazandığını ve iyi olduğunu düşünsede asıl gerçek ortaya uzun vadede çıkar. Tarih bunun örnekleriyle doludur..
Kötülüğü ilk yayan , Hz.Adem'e (a.s) secde etmeme kibriyle kendisini üstün gören ve kovulan Şeytandır.
Ondan sonra Hz.Adem'in(a.s) iki çocuğu arasında görürüz mücadeleyi, Habil iyi huylu ve gerek kardeşlerine gerek hayvanlara gerekse yaratılana iyi davranan birisi , Kabil ise hırslı , inatçı ve asidir. Habil'in iyi nitelikleri onu yüceltirken , kabil bunu çekememiş ve o uyurken başına bir kaya parçası atarak onu katletmiştir. İşte o günden sonra insanlar kısmen birbirinden ayrılmaya başlamış ve Habil'in soyundan gelenler , Kabilin soyundan gelenler olarak birbirlerinden ayrılmışlardır.
Günümüze biraz daha yaklaştığımızda iyi ile kötünün mücadelesine olan örneklerimizi çoğaltabiliriz. Bir Bediüzzaman'ı düşünün iyiği yayan birde onu engellemeye çalışanları düşünün onu defaetle zehirleyip öldürmeye çalışan , Bir Hz.İbrahim'i düşünün hakkı tanıtan bir nemrudu düşünün kendi hak sayıp Hz.İbrahim'e katlanamayıp onu yok etmeye çalışan , Bir Hz.Musa'yı düşünün hakkı tanıtan birde Nemrut gibi ilahlık iddia edipte firavunu düşünün ona zulmeden, Bir Nuh a.s'ı bir Lüt a.s.'ı düşünün kavmine hakkı haykıran , birde onlara uymayıp kötülükte diretip kavimlerini düşünün helak olan. Bir Hz.Muhammed (s.a.s)'i düşünün dini İslam'ı mubini anlatan birde ona zulmetmekte yarışan Ebu cehili ebu lehebi düşünün..
şimdi gelin kısa bir analiz yapalım.. kısa vadede hep zulmeden kârlı görünse de uzun vadede hep kaybeden olmuştur aslında zulmedenler. Çünkü Allah "mühlet verir ama ihmal etmez" bir düzelme bir kendine gelme için verilen mühleti ya degerlendirirsin ya o fırsatı kaçırır baş aşağı gidersin.
İslamın ilk zamanlarında Ebu Cehil ve Ebu leheb zenginken , inanlar fakirken , 3 yıl çöllerde tecrit görürken Ebu leheb ve ebu cehil kısa vadede kazanmış gibi görünse de , sonuçta kaybettiler bugün ebu lehebin ve ebu cehil'in inandıklarına inanan yok. onları hayırla yad eden yok. arkalarında bıraktıkları sadece zavallılıkları..
peki ya kendilerini değişik zamanlarda ilah ilan edip kendilerine tapmayanları öldüren nemrut ve firavun şimdi neredeler ? bugün nemruda ya da firavun'a tapan varmı ? oysa onlar kendi zamanlarında kendilerini ilah ilan etmişlerdi.. nemrudu bilemem ama kendini azametli gören , kızıl denizde boğulan ve Kur'anda söylendiği gibi ibret olsun diye bir zaman sonra bozulmadan cesedi denizden çıkartılan şimdilerde ise müzelerde bir nesne olarak ibret vesikası gibi sergilenen firavun'a kimseden fayda yok.. nerede kaldı ilahlığın ey firavun ? madem ilahtın neden bu haldesin ?
Günümüze geldiğimizde ise Bediüzzaman'ı görüyoruz islamın bir neferi olarak asrın alimi olarak. Ancak onada katlanamayan şer odakları vardı. Uzun tutmayacağım sadece kısa bir hadise anlatayım. Bediüzzaman ankaraya geldiğinde ankara valisi Nevzat Tandoğan onu istasyondan aldırarak makamına getirtti. maksadı başındaki sarığını çıkarttırıp başına fötr şapka giydirmek ve onu maskara etmekti.. ancak başaramadı ne yaptıysa Bediüzzaman sarığını çıkarmadı. en sonunda Nevzat Tandoğan'a "bu sarık bu baştan ancak baş ile beraber çıkar , başımla çok uğraştın başından bulasın" diyerek makamdan ayrılır Bediüzzaman.. bu hadise üzerinden yıllar geçer Bediüzzaman son demlerini yaşamaktadır. Rüyasında Hz.İbrahim'i görür , Hz.İbrahim ona "bizi ziyaret etmeyecekmisin" demektedir. Bunun üzerine Bediüzzaman ölüm döşeğindeyken Ispartadan Urfaya gider. Bediüzzaman'ın Urfa'ya gittiğini duyan Nevzat Tandoğan çıldırmış şekilde şunu söyler "Gerekirse onu çöp arabası ile çıkartın ama o şehirden çıkartın" yani son yolculuğunda dahi huzur yoktur Hak davanın neferine. Ancak Urfa halkı buna müsade etmez. Şehirlerine intikal etmiş Bediüzzaman'ı vermezler ve Bediüzzaman urfa'da hakka yürür.. Yıllar geçer memleket karışmıştır. Sağ sol olayları ile çalkalanan memlekette bir gün bir haber duyulur. Ankara valisi Nevzat Tandoğan bir grup anarşist öğrenci tarafından "baş"ından vurulmuştur. ve "çöp arabası" ile ankara dışında bir çöplüğe atılmıştır. yani yapmak istediği ne varsa kendisine yapılmıştır. Oysa kısa vadede oda kazandığını sanmıştı. Ancak kaybetti.
Bu kadar şeyi neden anlattım. Sözü nereye getireceğim ? hemen söyleyeyim daha fazla bekletmeden geçen gün bir haber sitesinde bir başlık vardı."Bu kavga saylan'ın çocukları ile gülen'in çocukları arasında" diye, Hayır bu kavga'da Saylan'da , Gülen'de bu zamanın bayrak kişileridir. Bu Kavga aslında Habil'in nesli ile Kabil'in nesli arasındadır ve kimin kazanacağını siz biliyorsunuz yukarıda başınızı işte bunun için bu kadar ağrıttım.
Davanız ne olursa olsun. Adınız ne olursa olsun. Ne kadar güçlü olursanız olun farketmez. eğer davanız Hakka savaş açmışsa , Hak size değişmeniz ve düzelmeniz için mühlet verir.. Ama asla ihmal etmez. Kimisi bunu değerlendirir kimisi ise mühleti farketmez kazanıyorum zanneder ve baş aşağı gider. Bu savaşı kazanmanın şartı hakkın tarafında olmaktır.
Nazım Hikmet bir şiirinde , "akın var akın , güneşe akın , güneşin zaptı yakın" demektedir.. Üstad Necip Fazıl ise "Zindandan Mehmet'e Mektup" şiirinde Nazım'a atıfta bulunarak "Güneşe akın vardı da, bizmiydik kalan" demektedir.
Dikkat edin.. güneşe akın edip zaptedeceğinizi sanarken , ateşe koştuğunun farkında olmayan pervaneler gibi yanmayın.. zira sonunuz bunu gösteriyor.. Tarih tekerrürden ibaret ise ve hiç ibret alan yoksa söyleyeyim..
Bu kavga Habil'in nesli ile Kabil'in nesli arasındadır..
Kısa vadede hep Kabil'in torunları kazanmış görünsede..
Uzun vadede gülen, kazanan hep Habil'in torunları olmuştur..
Tarihin ilk ve son aynı zamanda hep süregelen kavgasında sona yaklaşıyoruz.. Bir yerden sonra artık kötülüğün sancağı yere düşecek ve iyilik hüküm sürecek..
Tarafınızı doğru seçin..
Hz.Ömer'in ifadesiyle.. "Hizaya çekin kendinizi , Hesaba çekilmeden" ki..
Kaybedenlerden olmayın..

Türkan Saylan Knockout!

| 19 Mayıs 2009 Salı

Hepimizin bildiği yakından tanımak zorunda kaldığı bir isim.. Türkan Saylan.. Kendi davası adına yol almış ve kendisi gibi düşünen insanlar tarafından cenazesinde oldukça fazlasıyla kutsanmış birisi. Kimine göre tam bir eğitim gönüllüsü kimine göre ise misyoner ve inanç düşmanı.. 

Optimist yanım Türkan Saylan'ı her ne kadar bir eğitim gönüllüsü olarak addetmek istesede, içimdeki realist çoçuk buna hiç ama hiç yanaşmıyor. Kaldı ki bu hususta realist tarafım haklıdır , optimist tarafım adı üzerinde optimisttir. ve daima bardağın dolu yanını görme telaşındadır. 

Türkan Saylan'ın adını Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı olarak duyduk ve kendisini bu sıfat ile derneğin faaliyetleri, çalkantıları ile tanıdık. Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındığında cümle alem ayağa kalktı. "Bir aydın gözaltına nasıl alınabilirmiş" , anayasanın 10. maddesi gereği her ferd yargı karşısında eşitse ve kimseye ayrıcalık yok ise bal gibi alınabilir. ve alınmıştırda. Eğer bir suçu yok ise zaten yargılama süreci neticelendiğinde ak sakal kara sakal düşecektir kişinin önüne.. Neden bu feveran ? o dokunulmazmı ? eğer öyleyse bakınız ölüm geldi ona dokundu. ölümden önce 17 yıl boyunca meme kanseri dokundu.. ve bilmediğimiz kendisinin bildiği daha neler neler kimbilir dokundu.. 

Kamuoyuna iyi işler yapıyor diye lanse edilmiş birisi ne zaman göz altına alınsa.. bir takım mihraklar bu kişi nasıl gözaltına alınır diye çırpınmaya başlıyor.. Sanki o gözaltına alınan kişinin tüm hayatını her yaptığı işi takip ediyorlarda kötü iş yapmayacağından eminler. ya gözler önündeki iyi işleri sadece bir göz boyamaysa ya o işin arkasında pis işler çeviriyorsa ? bu kadarmı safsınız.. bu kadarmı salaksınız.. 

Şimdiki moda ise "devlet ricali" türkan saylan'dan (ki artık kendisi knockout olmuştur bu durumda yakınlarından) özür dilesinmiş ? Devlet neden özür dileyecek ? Gözaltına aldığı ve sorguladığı için ? Ne münasebet ya ? insanlar gözaltına alınır. suçluysa tutuklanır değilse serbest bırakılır. olağan süreç budur türkan saylan'ın göz altına alınmasında ne gibi bi olağandışı olmaması gereken herhangi bi durum cereyan etmişte devlet özür dileyecek.

Özür bekleyenler veya bizden özür dilensin diyenlerin derdi Türkan Saylan değil , onun sıfatında özür dilendiği takdirde bakınız devlet özür diledi hatasını kabul etti aymazlığına bağlayarak konuyu ergenekon'u boşa çıkarma çabası. Kimse bunu beklemesin . Devlet özür dilenecek bir iş yapmamıştır. olması gereken ne ise o vukuu bulmuştur.

Türkan Saylan ömrü hayatı boyunca hakaret ettiği ve yok etmek için mücadele verdiği inançlı gençlikten , imamhatipli talebelerden, başörtüsünden özür dilemişmidir ki son nefesine kadar , öldükten sonra devlet ondan özür dilesin.. 

Benim gözümde gerçek aydın "özür bekleyen" değil. kendisinden özür dilenmesi gerekecek durumda dahi olgunluk ve vakar ile o duruma göğüs gerip gün gelipte kendisinden özür dilenmek istendiğinde "özre gerek yok" deme erdemini gösterendir. 

Bir insan parmagını kapıya kıstırdığında suçu "elim ne geziyor" diye kendinde aramak yerine kapı fabrikasını dava etmekle kapı fabrikasına yıkmaya çalışırsa . bir ömür boyu özür bekleyerek gezer ki bundan özür beklediklerinin haberi bile olmaz. 

Kaldı ki Türkan Saylan ölmüştür. " Her nefis gibi ölümü tatmıştır " . Artık dünya ringinden sonsuza kadar ayrılmıştır. bu cenahta olan hiçbirşey ona varmayacaktır. Devlet değil özür dilemek Türkiye Cumhuriyetinin tapusunu Türkan Saylan'a devretse ruhu bile duymaz. dolayısı ile devlet özür dilesin demenin ne devlete ne millete nede meftaya faydası yoktur. 

ve Ergenekon severler herzamanki gibi faydasız işlerle iştigal etmeye devam etmekteler ki bu faydasız işte onlardan birisidir.

Bu aralar Saylan hakkında bir diğer rivayette 1983 yılında yani 26 yıl önce bir sempozyum nedeniyle Cidde'ye gittiğinde kabeyi tavaf etip hacı olduğu buna dair fotoğraflar çekindiği ve bu fotoğrafları kitabında yayınlayarak müslümanlığıda kimseye bırakmadığı şeklindedir. bir kısım sevenleride bunu insanın gözüne sokarak "rahmetli hacıydı" demek suretiyle Saylan'ı uçurmaya kalkmalarıdır. yakında evini yada mezarını türbeye çevirip "Hz.Türkan Saylan türbe-i şerifi" falan yazarlarsa sağına soluna çaput bağlarlarsa mum yakıp kendisinden medet umarlarsa hiç şaşırmam. Zira 26 yıl önce 3 günlüğüne gidilen bir gezide ne niyetle yapıldığı bilinmeyen bir kabe ziyaretini , (kaldı ki bunu söyleyen yine kendisi farklı bir kaynaktan duymuyoruz) bugün pişirip önümüze koyup rahmetli dini bütündü demeye getirenler şunu bilmeliler. Biz siz kadar safdil değiliz. 26 yılda köprülerin altından akan suları toplasanız büyük okyanusu iki defa doldurur. 26 yılda fikirler , şehirler , insanlar , medeniyetler değişir, herşey değişir. Değişmeyen bir Türkan Saylan'mı ? 26 yıl önce neyse bugünde odur öylemi ? ne kadar safsınız. olayların iç yüzünü okuyamamak bu olsa gerek. 26 yıldan bugüne neler değişti görmek istiyorsanız bir bakın. Sanki Türkan saylan hiç değişmemiş gibi 26 yıl önce neyse şimdi oymuş gibi davranmak çoluk çocuk mantığından başka birşey değil. Kaldı ki 26 yıl önce tamamen halisane ve iyi niyetle bir hac yapmış dahi olsa bu 26 yıl zarfında onun çizgisinin değişmeyeceği anlamına gelmez. ve Ayrıca esas olan 26 yıl önceki inancı yada dünya düşüncesi değil. bugünki düşünce yapısı , icraatları ve fikirleridir. 

İşte bu hususu görmezden gelipte. 26 yıl önce hacca gitmiş demek ki iyi biriymiş düz mantığıyla düşünenler ancak safdiller olabilir. Zira "Ainesi iştir kişinin lafa bakılmaz" demiş büyüklerimiz. biz kendisinin "güneş ufuktan şimdi doğar" kitabında kendisinin söylediği hacca gittim buda fotografı şeklindeki beyanına değil yaptığı işe bakıyoruz. 

Son söz olarak kendisine "Allah rahmet eylesin" diyorum.. çok sevdiğimden değil. Kabe-i muazzamayı görmüş , tavaf etmiş olmasının hatırına.. 

Bilimsel düşler

| 11 Mayıs 2009 Pazartesi

Bugünlerde aklım fikrim yaşamış gitmiş olan alimlerin keşiflerinde izledikleri mantıkları anlamaya çalışmak, mesela bir edwin hubble (ismi vefatından sonra hubble teleskobuna verildi) evrenin genişlemesini keşfettiğinde , evrim teorisini içlerine sindirmiş bir bilim camiasına bunu açıklamakta ne kadar zorluk çekti zira bu onun kariyerinin sonu demek te olabilirdi. Camia 3 maymunu oynayabilir ve onun sesini duymayabilir üstüne üstlük onu susturabilirdi de. Ama o bunu göze olarak evrenin genişlediğini haykırdı.

1924 yılında Hubble kendisini dünyaya duyuracak olan ve o güne kadar evrende sadece puslu küçük lekeler olarak tanımlanan "nebulalar" üzerine çalışmaya başlayacaktı. Öyleki yıllar sonra evrenin genişlediğini ispat ettiğinde , Albert Einstain onu bizzat tebrik etmek üzere çalışmalarını yaptığı wilson dağının tepesine kadar çıktığında takvim yılı 1934'tü. Hubble yasası şunu diyordu "Uzayda herhangi bir nesne dünyadan ne kadar uzaksa , aynı miktarda sabit bir hızla dünyadan uzaklaşmaktadır"

Einstain Hubble'dan 10 yıl önce kadar genel görecelik kavramı üzerinde çalışırken evrenin ya genişlediğini, ya da daraldığını düşündü. Ancak gökbilimciler Einstain'a her iki durumunda geçerli olmadığını söylediklerinde, Einstain yanıldığını düşünerek teorisini mevcut duruma uyarlama uygun hal getirme gereği hissederek "kozmolojik terim" teorisini geliştirmekteydi. Ancak Edwin Hubble'in keşfiyle kozmolojik terim tarih oldu.. Einstain işte bunun için wilson dağının zirvesine kadar bizzat çıktı ve hubble'a bizzat teşekkür etti.

Aslında Edwin hubble yeni bir şeyi keşfetmemişti. sadece varolan durumun ispatını yapmıştı. ancak kendiside bunu bilmiyor ve evrenin genişlemesini keşfettiğini düşünüyordu. Zira kendisi 1924-1934 arası çalışmalarında evrenin genişlediğini ispat etmişti. Einstain kendisinden 10 yıl kadar önce bu konuyu ele almış ancak zamanın şartlarında gök bilimcilerin yanlış yönlendirmesi ile bunu haykıramamıştı. Şayet Einstain bir şekilde hubble'dan 10 yıl önceki çalışmalarında sonuca kesin olarak varmış olsa yine o da birşeyi keşfetmiş değil ispat etmiş olacaktı. bildiğiniz gibi ispat varolan birşeyin varlığını numuneler ya da teorilerle gözler önüne sermektir. keşfetmek ise birşeyin var olduğunu ilk kez bildirmektir. aradaki ince fark aslında çok derin bir uçurumun ta kendisi . Eğer Edwin Hubble ve Albert Einstain keşfetmeyerek "ispat etmiş oluyorlarsa" kimin keşfinin ispat tutanaklarını tutmuşlardı ?

Sıkı durunuz , her ikiside yeni bir şeyi keşfetmeyen bu alimler , doğunun kamet-i Bâla'sı , Bediüzzaman Said Nursi tarafından 1909 yılında kaleme alınan "İşaretül İcaz" isimli eserinde uzayın genişlemesinin bir güzel anlatıldığından habersizdi. Hatta öyle ki "İşaretül İcaz"da "zamanın bükülmesi" hususunada üstad bir güzel değinmiş.

O yıllarda gazeteler günümüz şartlarında değildi. Televizyon ha keza, internet ki adı bile yoktu. dolayısı ile haberleşme ve iletişim imkanları kısıtlı ve kıttı. Dolayısı ile Einstain ya da Hubble kendilerinden çok uzakta anadoluda sürgünden sürgüne koşturulan bir islam aliminden habersizlerdi. Acaba bilselerdi anadoluda kendilerinin üzerinde çalıştıkları hususları ele almış ve anlatmış bir alimin olduğunu çıkıp gelirlermiydi bilemiyoruz.

Aslında Bediüzzaman kapasitesinde bir alim. Hak cephesinde değilde şer cephesinde olsaydı. o devirde kendisine etmedik eza cefa bırakmayanlar onun ismini akademik çevrelere 100 kere bildirirdi. şayet Bediüzzaman hakkı değilde evrimi haykırıyor olsa bırakın sürgünü , önünde el pençe olurlardı. Lakin Bediüzzaman'ın haykırdığı hak ve hakikat işlerine gelmediği için sindiremediler ve eza cefa yoluna gittiler.

Edwin Hubble ve Albert Einstain büyük alimler. branşlarında sivrilmiş şahsiyetler öyle ki Edwin hubble ile birlikte Wilson dağının tepesinde araştırma yapan bir diğer bilim adamı ve Hubble'in rakibi Harlow Shapley , bir seferinde hubble ile karşılaştığında ona başaramayacağını nebulaların sadece sema da lekeler olarak kalacağını ve uzayın'ın samanyolundan ibaret olduğunu söylemişti. Hubble teorisini ispat ettiğinde , Hubble'a ilk ulaşan yine Shapley'di. " Kendi adıma üzülsemmi , yoksa bilim adına sevinsemmi bilemiyorum" diyor ve rakibini tebrik ediyordu.

Aslında yandaki resime bakarak Hubble'in işinin o kadar kolayda olmadığını şöyle anlayabiliriz. 1924 yılında Güneş sisteminde bulunan gezegenlerin bile bazıları bilinmiyor , Yandaki resimde dünyayı ve dünyadan daha küçük gezegenleri görüyorsunuz. Dünyanın çevresi yaklaşık olarak 36 bin kilometre, Dünya tüm insanlara yetecek kadar büyük gördüğünüz gibi ,
Ancak bildiğiniz gibi güneş sisteminde ki gezegenler dünya venüs mars merkür ve plüton'dan ibaret değil. Hani bunun uranüsü neptünü satürnü Jüpiter'i..


Bu görmüş olduğunuz resimde ise Güneş sisteminin tüm gezegenlerini görüyorsunuz. Jüpiter'in çapı yaklaşık olarak dünyanın çapının 10.21 katına tekabül ediyor. yani Jüpiter'in çevresi 367 bin 560 kilometre kadar. Aradaki fark zaten resimde de gördüğünüz üzere bariz olarak ortada , ancak takdir edersiniz ki Güneş sistemi dediğimiz sistemin en nadide elemanı olan güneş henüz sahne almadı.. ve şimdi sıra onda.


Ve karşınızda Güneş, ta ta ta tam.. Bu resimleri ilk gördüğümde nutkum tutulmuş ve yüce yaratıcının sanatı karşısında tüm varlığımla acizliğimi hissetmiştim. oysa ki nutkumun tutulmasından daha da fazlası olacağını bilemiyordum. Bu resimde güneşin , kendi sisteminin en büyük gezegeni jüpiter'in 10,32 katı kadar büyük olduğunu görüyoruz. Jüpiter'in çevresi 367.560 km kadardı. Güneş'inkini hesaplamaya ne dersiniz ?! bence yuh dersiniz ki güneşin çevresi 3 milyon 870 bin 406 kilometreye tekabül ediyor. Yani dünyanın yaklaşık olarak 108 katı diyebiliriz.

Bu resimde ise diğer yıldızlar arasında güneşin mukayese edilmesini görüyoruz. şaşırdığınızı biliyorum. Arcturus ne kadar büyük değilmi. Arcturus yıldızı güneşimizin yaklaşık olarak 18,89 katına tekabül ediyor. Yani Arcturus'un çevresi 73 milyon 111 bin 969 km demektir. Resimde de gördüğünüz gibi güneş sisteminin en büyük gezegeni Jüpiter :) burada kendisine ancak 1 pixel yer bulabiliyor. Ancak Arcturus bilinen en büyük yıldız değil kendisinden daha büyükleride var. ve son olarak işte en büyük ölçüde yıldızlar.


Bu resimde gördüğünüz en büyük gezegen Antares, Arcturus'un 16,53 katı büyüklüğünde , güneşi bu resimde göremiyorsunuz bile 1 pixel ya var ya yok.. Antares'in çevresi 1 milyar 208 milyon 540 bin 847 kilometre , Bir insan 100 km hızla giden bir araba ile dünyanın etrafını dönmeyi 360 günde tamamlar. Aynı insan aynı arabayla ve aynı hızla Antares'in çevresini dolanmaya kalksa bu iş 12 milyon 85 bin 408 gün sürer. Yani yaklaşık olarak 33110 yıl demektir bu süre. Antares dünyanın 33570 katı büyüklüğünde bir yıldız. Dünyamızın Antares büyüklüğünde olduğunu düşünün bir an. Sizce mevcut teknoloji ile bu büyüklükte bir gezegende yaşıyor olsaydık insanların bırakın bir biri ile iletişime geçmesini , acaba birbirlerini bulabileceğinden emin olabilirmiydik. dünya çevresi 36000 km olan bir gezegen ve üzerinde 7 milyar'a yakın insan yaşıyor. eğer insanlar ekvator çizgisi üzerinde el ele tutuşacak olsalar 5,14 cm'ye bir insan düşer. aynı şekilde Antares'in tam ortasından ekvator benzeri bir çizginin geçtiğini varsayarsak 17 metreye bir insan düşer. nerde 5 cm nerede 17 metre. Eğer siz dünyayı Antares'e fırlatacak olsanız 20 katlı bir apartmana çakıl taşı atmaktan farkı olmazdı , İşin daha ilgincini söylemek gerekirse , Şu anda uzay konusunda görebildiklerimiz dünyanın çevresi etrafında Uzayın bir an için genişlemediği varsayımı ile düşündüğümüzde uzay'ın milyarda 4'ü kadarı , yani belki öyle gezegenler ya da yıldızlar var ki Antares onların yanında mikrop kadar kalıyor. ama henüz keşfedilmediler keşfedilmeyi bekliyorlar.

İşte Edwin Hubble resimlerle anlatmaya çalıştığımız bu çıldırtan büyüklüğü içine alan ve bu büyüklüklerin içerisinde toz tanesi kadar bile yer tutmadığı Uzay'ın genişlemesini ispat etti.